Boğaziçi Üniversitesinde Fizik okuduğum 7 kişilik sınıfta bir keresinde
anlayamadığım bir çıkarım adımını İngilizce değil
Türkçe
sordum. Dile getirmek
istediğim ayrıntıyı, nüansı belirtebilecek İngilizce bilgim yoktu. Boğaziçi’nin
genellemekle hiçte hata yapmış olmayacağım saldırgan ukalalığı ile, öğretim
üyesi “Say it in English” i yapıştırıverdi. Neden İngilizce söylemediğimi
gerekçelendirdim. Yanıt olarak “Eğer bu çabada olmazsam hiç bir zaman
uluslararası düzeyde bir bilim adamı olamayacağımı” söyledi. (Ne büyük bir
sav!!). Yanıtım çok çabuk geldi: “Asıl, kendimi ifade etmemi, soru sormamı bu
yollarlar kısıtlarsanız, söylediğiniz gerçekleşecek” dedim ve sorularımı
gerekli gördüğümde Türkçe sormaya devam edeceğimi, yanıtlayıp yanıtlamamanın kendisine kalacağını söyledim. Ne yazık
ki, suratında herhangi bir anlama belirtisi göremedim, kendi sığ ve dar görüşü
içinde doğru yaptığına inanıyordu.
Bu konu üzerine çok söz söylenmiş olan, akademisyenlerin de tartışmaya
önemli bir taraf olarak katılmaları nedeniyle keramati kendinden menkul pek çok
değer ataması ile yönlendirilmiş bir tartışma. Minnacık bir örneğini yukarıda
verdim. Bu tavrı, zaman içinde açık oturumlarda, dergi ve gazete makalelerinde
bol bol izledim. Bu tavır ne yazık ki toplumumuzun aşağılık duygusuna da
fazlası ile “yaslanmış” durumdadır. Bu çok rahatsız edici bir sav ve sanırım
birkaç paragraf ile de olsa açıklamaya gereksinimim var:
Toplumsal bir irdeleme:
Günümüz Türkiyesi Osmanlı’dan gelmekte. 14-15 yy larda bir Dünya devi olan,
emperyalist bir devlet. Kuralları kendisi koymuş ve tüm “süper güç” ler gibi
zayıflıktan kaynaklanan hiç bir kompleksi yok. Kültür de, askeriye de, tıp da,
bilim de buna dahil. Sonra bildiğiniz hikaye. Gerek çağa ayak uyduramayan bir
emperyalizm, gerekse vaktı zamanında bilinçli bir seçimle belirlenmiş din
mezhebinin tutuculuğu ve bağnazlığının, bir bumerang gibi, yönetim katını da
vurması sonucunda, etkin emperyalizm uygulamaları, bilim ve teknoloji
alanlarında ivmeli olarak geri düşme. Kültür de ilk aşamada değilse de,
zamanla, bu gerilemeden esaslı biçimde payını almıştır. Artık rönesans
sonrasında hızlı bir kültür oluşumuna giden bir hiristiyan alemi vardır ve daha
çok da Avrupa eksenlidir. Ve artık,
yükselen değerler (her ne iseler) “Avrupa usulü”, Osmanlının kokuşmuş,
yozlaşmış bozulmuş tüm düzeni de “Doğu usulü”. “Evropa” in, “Şark” out. Bu
yapının içinde oluşan “jön türk” hareketi aslında bir hareketten çok bir hevesi
göstermektedir. Gitgide fakirleşmekte ve yozlaşmakta olan “köhne” fakat “büyük”
bir imparatorluğu kurtarma hevesi. Bu “ahval ve şerait” içinde, talihin garip
bir oyunu ile, aslında hiç de “yükselen değerler sayesinde” kazanılmamış bir
“Kurtuluş savaşı”. Son dakikada kaleye girmekte olan golü çıkaran bir avuç çok
deneyimli “subay” ve, savaş yorgunu, “gavur”a karşı “dinini, toprağını” savunan
bir toplum. Ne subaylar, ne de toplum aslında bu savaşı, sözünü ettiğimiz
“yükselen değerler” adına yapmadı. Kurtuluş savaşı 1500 yıllık bir kültürün
“refleks” hareketi idi. Ancak özellikle savaşın kahramanı Mustafa Kemal’in “jön
türk” akımından etkilenmiş olması ve köhne “Osmanlı” dan “Türkiye” yi
oluşturmanın yolunun ancak “yükselen değerler” çerçevesinde olabileceğini
düşünmesi toplum üzerinde uygulamaya konulan bir dizi “dönüştürme” eyleminin
nedenidir. Çok uygun bir zeminde olunması ve yeteri kadar egemenlik erkinin
elde bulunması dolayısı ile tam deyimi ile “cerrahi” bir müdahale, kansız
gerçekleştirilebildi. Bir dizi devrim, yasaklama ve yapılandırma ile toplumun
yüzü “Garp cenahına” çevrildi. Bu yeni doğrultudan geriye dönmelere neden
olabilecek köprüler atıldı. Klasik Türk Müziği, Arapça esaslı dil yapısı, yazı
bunlardan bazıları idi. Burada şunu belirtmekte yarar görüyorum. Bu satırların
yazarı olarak bu eylemleri onaylamıyor, kınıyor falan değilim. Hem benimsiyor
hem de doğru buluyorum, bu ayrı bir konu. Ancak birşeyleri benimsememiz,
sevmemiz, gerçekleri tüm yalınlığı ile görmemize engel olmamalı.
Atatürk, yeni Türkiye’nin yapısını ince bir mühendislikle kurmaya
girişmiştir. Yapılanlar arasındaki muazzam orkestrasyonu görmemek, takdir
etmemek olanaksız. Bu çok boyutlu eylemler dizisinin bir boyutu orta eğitimin
“tevhid-i tedrisat” yasası ile yeniden yapılandırılması iken, diğer bir boyutu
üniversitelerin kurulması ve çok hızlı biçimde “Mustafa Kemal” hareketine sahip
çıkacak, aydın bir genç kadronun oluşturulması idi. Bu oldukça başarıldı da.
Daha sonraları, ikinci Dünya savaşından kaçan Alman bilim adamalarının varlığı
da bu çabanın lehine oldu. Bu genç kuşak gerçekten de “hareketi” benimsedi ve
böylece ilk “Cumhuriyet Kuşağı” doğdu. Gerek bağımsızlık savaşını kazanmış
olmanın övüncü, gerekse kendilerine cömertçe sunulan akılcı olanakları
değerlendiren bu ilk “Cumhuriyet kuşağı akademisyenleri” hummalı bir çaba ile
Türkçeyi bir bilim dili haline getirdiler ve sayısız kitap yazdılar,
çevirdiler. Bu hareket “Milli Şef” İnönü zamanında da sürdü. Yıllar önce
babamın lise tarih kitabını gördüğümde küçük dilimi yutmuştum. 1945 lerin
kitabı çok düzgün bir dile sahipti, renkli haritaları, fotoğrafları vardı,
ofset kalitesine yakın bir kalitede kuşe kağıda basılmıştı. 300-400 sayfalık
kitap bir de ciltli idi. Daha ilginci bu kitaplar para ile satılmaz,
öğrencilere Milli Eğitim Bakanlığınca dağıtılırmış. İTÜ ve İÜ nün yayınları
olarak basılmış çoğunluğu çeviri bilimsel
kitapları görmenizi isterim. Çağın TÜM teknolojisini ve bilimini
bulabileceğiniz binlerce (abartmıyorum) kitap.
Yani o “fakir” Türkiye daha 50 li yıllarda orta öğrenim ve lisans
eğitimi ile ilgili kaynak kitap sorununu “ezici” bir biçimde çözmüş idi.
Şaşırtıcı değil mi?
Bu olumlulukların yanında olumsuz gelişmeler, diğer deyişle hastalıklar da
gelişti bu yeni yapılanan ülkede.
Osmanlının çağa ayak uyduramayan köhne zihniyetine alternatifi “batılılaşmakta”
bulan Cumhuriyet kurucuları ve onları takip ederek yetişen aydınlar neyi niçin
yaptıklarını her zaman bilemediler. Toplumun altından kültürel destekleri
çekerken, bazıları pek inanmış olarak, topluma kuşaklar boyu “batılı değerleri
alıp kendi bünyemize uydurmak” yerine “batılı gibi olmak” fikrini aşıladılar.
Yani, batının, insanlığın (hümanizma’nın) değer yargıları kümesindeki katkısı
kadarlık kısmı alacağı (ve bunun tüm insanlık değerlerine denk olmadığını
bileceği/bildireceği) yerde, “Batılı” görüntüsünü “toplum idolü” haline
getirdiler. Bu vaktiyle pek az olan basın-yayın araçları ile işlendi de
işlendi. Toplumda bunun yansıması ne yazık ki
bir “aşağılık duygusu” gelişmesi biçiminde oldu. Ahhh, o “idolden” ne
kadar da uzaktık !
Devleti yönetenler bu ince
noktayı “görmezden geldiler” çünkü
toplumun yönlendirildiği doğrultudan saptırılma tehlikeleri (özellikle irtica
heveslilerince) vardı ve toplum bu ince farkın ayırdında olmayabilirdi. Daha
sonraları Amerikan yanaşmacılığında “siyasi ikbal” gören çok partili devrin
politikacıları, bu kez farklı amaçlarla aynı “toplum idolü” nü kullandılar.
İkinci Dünya harbi ertesi bu kez Amerika “yükselen değerlerin” temsilcisi idi.
Amerikan filmleri toplumun, ikili ticaret anlaşmaları kapitalin, Nato askerlerin
içini gıcıklıyordu. Artık kemale ermiş ikinci cumhuriyet kuşağı bu değerlerle
büyüdü. Lozan anlaşması gereği tanınan azınlık hakları çerçevesinde kurulmuş
“ecnebi mektepleri” ni bir kenara bırakırsak, bu devir toplumda yabancı dilde
eğitimin ilk filizlenmeye başladığı devirlerdir. Ve bu yıllarda ODTÜ, Amerikan
yardımı ile, Amerikan üniversite sistemini taklit eden, eğitim dili ingilizce
olan ilk üniversite olarak kuruluyor. (Yine talihin garip bir oyunu ile bu
denli Amerikancı bir yapılanmaya sahip üniversitede anti-amerikancı eylemlerin
başı çekiliyor, Amerikan elçisinin arabası gözünün önünde yakılıyor)
Gerek toplumun kendisine sunulmuş “idol” ü benimsemesinden gerekse yukarıda
anlatılmış devlet politikası sonucunda “toplum” ve “devlet” bir rezonans durumuna
giriyor. Yani her iki taraf birbirinin talep ve eylemlerini destekliyor. Milli Eğitimin liselerinde (Anadolu
liseleri) önemli dersler İngilizce yapılmaya başlanıyor. (Yanlış anımsamıyorsam
Almanca ve Fransızca eğitim yapanları da vardı ama çok çabuk kapandılar, gitti)
Son durumu hepimiz biliyoruz. Toplumun kültürel değerlerine olan son
bağları da (ahlaki değerlerine koşut olarak) 12 Eylül rejimi ve Turgut Özal
rejimince koparıldı. Zaten binbir zorlukla kurulmuş, yukarıda bir nebzecik
anlatılmaya çalışılan “ince” dengeler, toplumun kültürel olarak altının
boşaltılmış olması, yerine konanın bir “idol” seviyesinde kalması ve bunun da
bir sonucu olarak “ahlaksızlığa” da daha eğilimli olması dolayısı ile yıkıldı.
Toplum zıvanasından çıktı. Şu anda savrulup durmakta. Bir tarafta köklerinden
gelen (veya geldiğini zannettiği) “şeriat özlemi”, bir tarafta “her ne pahasına
olursa olsun köşe dönmeler”, “AB ne girme gazı”, “demokratik olma söylemleri”,
“Bölge jandarmacılığı görüntülü büyük devlet olma özlemi”, öte yanda çekirdek
çitleyerek saniyesi kaçırılmadan izlenen “televolesi”, “mehmet ali erbil”i
ve “BBG” si. Toplum, (başka bir “ses”
yazısında da belirttiğim üzere) “duruşunu” yitirdi.
Bunlar olurken, tabii ki kendisine cici olarak benimsetilmiş “toplumsal idol” de, toplumun her canı yandığında, nasırına basıldığında, bundan nasibini almakta, duygusal filmleri aratmayacak sitemlere, hakaretlere maruz kalmada. “Avrupa, avrupa duy sesimizi...”, “İki yüzlü Avrupa,...” aslında “Ah, ulan, Nalannnn...” deyip duvardaki 2m^2 lik “Nalan”ına kadeh fırlatan “Cüneyit” in hezeyanından ne kadar farklı ki?
Toplum böyle hücceten oradan oraya savrulurken, bir yandan ama, gözünün
önünde “idolü”, “niçin” sorusuna,
hipnoz altında belletilmiş gibi, motomot cevaplar vererek, ama “ne” istediğini
çok çok iyi bilerek (yani maldan anlayarak)
tek varlığı çocukları “yabancı dilde eğitim yapan” bir okula
yazdırabilmek için, kendi yaşamlarından çaldığı paralar elinde, koşturuyor ve
yarışıyor ölesiye, tek hücreliler gibi. Ve yine, daha çocuklar konuşmaya
başlamadan, “mürebbiyeleri” İngiliz olan kreş ve ana okullarına kayıt
yaptırabilmek için torpil kovalıyor.
Ve her allahın günü konsept gibi, saund gibi, medya gibi, medyatik gibi,
couk (joke) gibi, remark gibi, tip (bahşiş anlamında) gibi bir damper dolusu
acubik sözcük kulağımıza boca ediliyor. Dur diyemiyoruz. Bağırsak, ya ses ve
söz kirliğinden sesimiz duyulmayacak, ya da deli diyecekler.