Bir Erken Baskının Öyküsü

Göktürk Üçoluk

 

Herkes Osmanlıya matbaanın İbrahim Müteferrika ile geldiğini, epey de geç kaldığını (200 yıl kadar) iddia eder. Bu doğru değildir. İlk baskı aracı IV.Murat'ın (hayır hiç de sandığınız gibi değil, ayıkken) verdiği bir kararla, özel bir ticari elçi yollamak suretiyle ısmarlandı. 1639 yılında IV.Murat'ın emriyle Amsterdam'a varan Bünyamin Efendi (aslında Frenk asıllı bir dönme olup, asıl adı Benjamin'dir ve müslümanlığı kabul ettikten sonra bu adı almıştır) tamtamına 1000 altın sayarak, çağın en iyi matbaa makinasını satın aldı, bir gemiye yükledi ve birlikte yola çıktı. Osmanlı topraklarına vardığında sorunlar almış yürümüştü. Acemler ve Girit sorunu büyüyordu. Bir yıl sonra IV.Murat öldü ve yerine İbrahim padişah oldu. İbrahim için sabit fikir haline gelen ve kalyonlarımızın Ege'de sağsalim dolanmaları için stratejik öneme haiz `Girit'in alınması' için girişimler bu günlerde başladı. Ancak bildiğiniz üzere İbrahim'in ömrü (biraz zorlama ile) vefa etmeyecek, yerine geçen IV.Muhammed padişah oluşundan tam 21 yıl sonra Girit'in fethini görecektir. Ancak anlatımızın Girit ile bir alakası yok. Biz matbaa makinasına bakalım. Bir Willem Janson Blaev imali olan (ancak bu zat 1638 yılında hakkın rahmetine kavuştuğundan 1000 altının hayrını iş ortağı eski çırağı Vladev'in gördüğü) bu baskı makinası beklentilerinizin aksine demir değil ahşaptı. Daha çok bir işkence aletine benziyordu. Bundan dolayı ne gemiye yüklenirken, ne indirilirken, ne de ambarda hiç dikkat çekmemişti. IV.Murat'in takipçisi Sultan İbrahim o günlerde artan iç huzursuzluklar için bir neden bulmaya çalışıyor ve bunları nasıl önleyeceğine dair (biraz da çılgınca) varsayımlarda bulunuyordu. Matbaa makinası hakkında kendisinden (en uygun anında) buyruk istendiğinde eritilmesini! emir buyurdu. Kimse kalkıp `makinanın ahşap olduğunu' tabii ki söylemedi. Ne farkedecekti ki, ha eritme ha yakma aynı sonuç. Dolayısı ile makina sarayın demircibaşısına teslim edildi, ve yakılması emredildi. Demircibaşı pek ilkel bulduğu, ahşap oluşu dolayısıyle acaip aşağıladığı bu aleti yakmadı, daha doğrusu yakamadı. Ticaret erbabı bir yahudi, nereden duymuşsa duymuş makinadan haberdar olmuş, 3 altına almak istemişti. 3 altın demircinin aylık kazancına yaklaşık eşit olduğundan demirci biraz düşünerek de olsa kabul etti. Yahudi (genetik özelliklerinden ötürü olsa gerek) hiç zorlanmadan makinayı 50 altına bir Cenevizli tüccara sattı. Ve Ceneviz ticaret gemisi yola çıktı. O sıralar ticari bağlar dolayısı ile Cenevizli ile Osmanlının arası iyi idi (Osmanlının malları taşındığı sürece). Böylece gemi bir hasara uğramadan İspanya'ya vasıl oldu. Burada indirilmesi gerekilen baskı makinası, ambarda unutuldu. Bunun belki de nedeni gemi ahşabı ile oluşturduğu görüntüsel uyum idi. Nedeni her ne idiyse, sonuçta makina gemide kaldı ve yeni kıtaya (o zamanlar gerçekten de yeni keşfedilmiş) Amerika'ya doğru yola çıktı. Uzun, eziyetli ve hastalıklarla dolu bir yolculuktan sonra, tayfalarının 2/3'ü vebadan kırılmış gemi önce Buones Aries'e vardı. Evet, beyler bu kent o günlerde de vardı, ve kolonizmin en acımasız kurallarının işlediği bir ticaret (daha doğrusu sömürgenin sevkiyat) limanı idi. Buradan mal yükleyen gemi bu kez, İspanyanın diğer bir sömürgesi olan Şili'ye doğru yola çıktı. Magellan boğazından geçti, ve `Archipielago de la Reina Adelaide' ye girdi. Adından da anlaşılacağı  üzere bir sürü takım adadan oluşan bu bölgeden geçerken bir ambar denetiminde ikinci süvari tarafından fark edildi, bizim baskı makinası. Ve kaptanın emri ile lüzumsuz yükten kurtulmak amacı ile takım adaların arasında orta halli bir ada olan `I Manuel Rodriguez' adasının koyunda erzak yükleme sırasında `Fortunata' gemisinin güvertesinden üç tayfanın oflama puflama ve ıkınmaları ile denize atıldı. Evet, denize atıldı ama bilin bakalım ne oldu? Ahşap olan matbaa makinası bata çıka suların üzerinde kaldı ve (tüm gemi enkazlarının ahşap parçalarına da olduğu gibi) sonunda sahile vurdu, yanında bir sandık dolusu  hurufat ile birlikte. Yıl 1641.
Bu ada ilginç bir ada idi. Kimsenin dikkatini fazla çekmiyordu ve adanın İspanyol bir valisi vardı. Vali demeye insanın dili pek varmıyor, bizim deyimimizle bir tür `yalova kaymakamı'. Kraliçeye olan bilmemkaçıncı göbekten akrabalığı dolayısıyle kimsenin harcayamadığı ama elden geldiğince zararsız bölgelerde tutulmaya çalışılan biraz anlama özürlü bir `vali'. Aslında `Juan Goytisolo' için `anlama özürlü' demek belki biraz haksızlıktı. Doğrusu onun çağının adamı olmadığı idi. O biraz filozof, biraz politikacı, pek az asker, çokça da şairdi. Aslında günümüz kavramlarında bir `liberal' idi. Yani `Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler' ci.

Bu kişiliğin yönetimindeki, yaklaşık 1000 km2 lik İspanyol ada kolonisi bazı hoş olayların da etkisi ile tarihi biraz önceden yaşamaya başladı. Örneğin özgürlük hareketleri Şili'de 1655, 1723 ve 1766 yıllarındaki savaşlardan sonra ancak 19yy'ın başında sonuç verirken, bizim küçük adamızda çok daha önce sözü edilir oldu. Ancak, ada yönetiminin yumuşak tutumundan, gözlerden biraz ırak olunduğu ve tehlikesinin pek farkında olunmayan girişimlerden oluştuğu için bu eylemler, akılcı bir zeminde, anlatacağım üzere kan man dökülmeden gelişti.

Herşey Jose Martinez'in, yani eski papaz yeni berberin, dükkanında herzamanki gibi birşeylere kızıp, sinirini yenemeyip sakinleşmek amacı ile sahile, o küçük koya indiği gün başladı. Sinirli ve eleştirisel bir tabiatı vardı Jose Martinez'in. Zaten bundan dolayı da (kibarca) papazlıktan el çektirilmişti. Aslında sorun `tanrının nimetlerini kullarına eşit dağıttığı' gibi bir inancının olmasından kaynaklanıyordu. Jose Martinez'in yorumuna göre tanrı nimetleri ortaya bırakmış, ancak bencil insanoğlu şeytanın da aldatısına uyarak hep ihtiyacından fazlasına el uzatmıştı. Bu bir dengesizlik yaratmış, fakir daha fakir zengin daha zengin olmuştu. Jose Martinez'e göre bir insan ne kadar zenginse o kadar tanrıdan uzaklaşmıştı. Ancak kendisini püritanlardan ayıran temel özellik Martinez'in bunun tersine de karşı çıkması idi. Yani hakkı alınan fakir kişiler sessiz kalmak ile tanrının kendilerine sunduğu nimeti beğenmemekte, uğruna savaşılmaya değer bulmamakta, tanrıya hakaret etmekte idiler. Gerçek hıristiyan, fazla malı varsa ortaya vermeli, az malı varsa ortadan ihtiyacı kadar almalı idi. Bu belki `naive' bulduğunuz yorum çok sonraları 1950 li yıllarda musevi komünistler arasında yaygınlık kazanmış ve böylece `kibutz' lar oluşmuştu.

Jose Martinez anlıyacağınız üzere kendisine bahşedilmiş herşeyi kullanmayı tanrıya ibadet sayıyordu. Dolayısı ile çok canlı, konuşkan, heyecanlı ve hepsinden öte çok girişken bir kişi idi. 1641 yılının o yaz günü ufak çırpıntılarla koyun içinde gidip gelen denizin kıyısında (her zaman yaptığı gibi) hızlı hızlı gezinirken  o garip ahşap masaya benzer şeyi gördü. Yakınına gidip inceledi ve ne olduğunu anlayamadı. Tepeden tırnağa bir ürperdi: `engizisyon' diye düşündü. Sandığı algıladığı zaman ise nekadar vakit geçtiğini farketti. Güneş batıyordu. Sandığa yaklaştı, kilit yoktu, yerine bir demir nal geçirilmişti, nalı çıkardı, sandığı açtı. İçinde birsürü ahşap süslü şekil ve harf çıktı. Aslında ters olduklarını anlaması biraz sürdü. Bunda `V', `E' gibi harflerin aldatıcı etkisi vardı. Bunlar düzgündü. Ama bazı harfler, bir türlü düzgün durmuyordu: örneğin `F' harfi.  Jose Martinez, ne kadar elinde evirip çevirdiyse de bu aşikar  `F' harfi olan şeyi bildiği düzgün şekle getiremedi. Ancak avucunda sıkarken yaptığı şekli görünce herşeyi yıldırım hızı ile anladı, çözdü. Bu yeni çıkmış olan, `Gutenberg' denilen o adamın meşhur (yirmi-bilmem kaç) satırlık `İncil'i basmak için kullandığı araçtı. (Aslında yanılıyordu, ama bunun önemi yoktu. Zira Gutenberg'in makinasi çok daha ilkeldi) Kasabaya, dükkanının olduğu yere koştu. İnsanların çoğu Jose Martinez'i severdi.  Neden sevmesinlerdi ki, çoğu fakirdi ve bu eski papaz yeni berber onlara hoş gelen, tam anlamadıkları ve içlerinde biryerleri ısıtan şeyler söylüyordu. Onlar anlamadıklarını sanıyorlardı, ama aslında bal gibi de anlamaktaydılar, sorun söylenenlerin alışık oldukları gündelik düzene pek bir aykırı oluşunda idi. Yardım istedi. Çoğunluğunu gençlerin oluşturduğu 5-6 kişi kıyıya vardıklarında bir an durdular. Hiç tanımadıkları garip birşey kumsalda yatıyordu.  Jose Martinez `hadi' diye bağırdı, koştu. Bir çırpıda, sanki birileri kapıp kaçacakmış gibi, bulduklarını berber dükkanına taşıdılar.

Bunu izleyen günlerde Jose Martinez aleti anlamaya çalıştı. Kurdu, yağladı. Bazı baskı denemeleri yapmaya başladı. Ancak iki temel sorunu vardı. Mürekkep ve kağıt.  Mürekkep göreceli olarak daha kolay bulunuyordu. Ancak kağıt yalvar yakar bulunan bir iki sayfadan öteye geçemedi. Bir yolla kağıt imal etmesi gerekiyordu. Öykümüz, bir kağıt imali öyküsü de değil, ne yazık ki. Özetle aradan bir yıl geçti. Bu bir yıl boyunca Jose Martinez gevezelik boyutuna vardırdığı konuşmalarla herkese kağıt hakkında bilgi sordu. Sonunda yanıt bir gemiciden geldi. Uzakdoğuya yapılan bir seferin dünüşünde kağıt da taşımışlardı. Yüklemeyi yaptıkları kağıt imalathanesinde genç kızların büyük eleklere peltemsi birşey koyduklarını, dikkatlice bir ileri bir geri salladıklarını, sonunda ince eleğin üzerinde yumuşakça bir katmanın kaldığını, bunun biraz bekletildikten sonra elekten alındığını, oluşan şeyin ıslak kağıt olduğunu, asılmak sureti ile kurutulduğunu anlattı. Ne kadar sıkıştırdıysa da denizci peltenin ne olduğunu söyleyemedi. Ancak eski papaz yeni berber  bir yıl boyunca akıllıca her yolu denedi ve azbuçuk işe yarar bir pelte imal etti. Çok ince çektiği kuru odunu bir hafta boyunca adanın içlerindeki gölün kıyısında bulduğu ve ıslanınca kayganlaşıp eli tahriş eden o ağartıcı beyaz madde ile kaynatıyor, daha sonra içine bir miktar sirke ve nişasta katıyor, kaynatmaya devam ediyordu. Bazen bulduğu sığır kemiklerini de kazana atıyor, kokusuna zorlukla tahammül edip kaynatma işlemini haftalar boyu sürdürüyordu. Sonunda başardı. Elde ettiği pelte gerçekten de tarif edildiği gibi eleğin üzerinde ince bir katman olarak kalıyordu. Eleği sallamak ise  ayrı bir hünerdi. Çok rahatlıkla dağlı tepeli garip şekillerden oluşan bir `sanat şaheseri' kalabiliyordu eleğin üzerinde. Sağlam çıkanlar kurutuluyor ve özenle istifleniyordu. Bozuklar yeniden kazana dönüyordu. İmal ettiği kağıt biraz kabaydı ama ondan öte  ilginç  bir özelliği vardı: kokuyordu. Bu biraz  muhallebi biraz sığır derisi arası bir koku idi. Ama o çağda bu kadarı kesinlikle başarı sayılırdı.

Jose Martinez tabii ki bütün bu emeği boşuna harcamıyordu. Bir amacı vardı. Gayet iyi biliyordu ki, yalnızca berber koltuğuna oturttuğu kisilerlerle gevezelik etmek sureti ile fikirlerini yayamaz, insanları  ikna edemez. Bundaki en önemli etmen insanların berbere tıraş olmak ve bir anlamda zaman geçirecek boş konuşmalar yapmak veya başka şeyler düşünüp söylenenleri algılamadan kafa sallamak için geliyor olmaları idi. Oysa kiliseye geldiklerinde hiç de öyle olmazdı. Jose Martinez konuşmalarının sonunda insanların aklında soru işaretleri uyandırdığını kiliseden ayrılırkenki düşünceli yüzlerden anlıyordu. Ayrıca etkinliğinin kanıtı da ortadaydı: işte onu papazlıktan ayrılmak zorunda bırakmışlardı. Etkinliği olmasa bunu neden yapsınlardı ki?

Bir yandan kağıt imal ederken bir yandan basacaklarını tasarlıyordu. İnsanlara gündelik yaşamları hakkında, olan bitenler hakkında bilgi vermek gerek, ayrıca bir yandan da kutsal kitabın sözlerinin derin anlamını açıklamak gerek, diye düşünüyordu. Gündelik şeylerden söz edilecekse bu kitap gibi birşey olamazdı, ayrıca buna kağıt da yetmezdi. Basit tek yapraklık birşey olmalıydı. Jose Martinez yapmak istediği şeye ne diyeceğini adlandıramıyordu.

Hiç bunun örneğini görmemişti ki.  Yazılı şeyleri düşündü, gözünün önüne getirdi. Hepsinin bir başlığı vardı, hatta kitapların `adı' vardı. Bu tek yapraklık baskısına bir ad buldu, düşüne taşına.

 
 
LOS HECHOS DEBOJO DE LA CUPULA
 

yani `Kubbenin Altındaki Gerçekler'.

Baskı makinasını bulduğunun üzerinden 14 ay geçmişti. Ve herşey hazırdı. İlk sayısını büyük bir özenle baskıya hazırladı. Şimdiki kavramı ile `manşet' diyeceğimiz yerde  İncilin Yaratılış bölümü bab 1 den alınma Latince şu cümle yer alıyordu.

 
``Et creavit Deus hominem ad imaginem suam ad imaginem Dei creavit illum masculum et feminam creavit eos''
Yani
``Ve Tanrı insanı kendi görüntüsünde yarattı, kendi görüntüsünde Tanrı kendisini; erkek ve dişiyi yarattı''

Bu cümle belki de onu  tüm İncilde en fazla etkileyendi. Tanrısal olmak, onun gücünü paylaşmak. Bu başlığın altında kendi görüşleri doğrultusunda bunun yorumu vardı. Yorumu kaleme alırken hiç zorlanmamıştı. Gittikçe artan bir coşku ile tüy kalemi kağıdın üzerinde sözcükleri şekillendirmiş, sonra bir defa bile gözden geçirmeye gerek duymaksızın, güvenle yazıyı dizmişti.  Yazı özetle, bu cümleden hareket edip, Tanrıyı anlamanın kendimizi anlamaktan geçeceğini irdeliyordu. Bu arada dikkatlice `şeytan' bağlantısını da yapmış böylece okuyanların her türlü aptallığı ve kötülüğü tanrının özelliği gibi algılamasına da kendince engel olmuştu.  Ancak vurguladığı bir nokta onu epey düşündürdü. Jose Martinez ``İnsanın doğuştan iyi ve günahsız olduğuna'' inanıyordu. Bu Vatikan öğretisine tersti. `Umarım başım bundan belaya girmez' diye düşündü  ve baskıya geçti. Tam 256 adet bastı. Bunları teker teker kuruttu. Çırağı ile tek tek ada merkezindeki bütün evlere dağıttı, bedava olduğunu vurgulatmayı da unutmadı.

Gelişen günlerde yazılarını daha da geliştirdi. Artık İncil alıntıları ve açıklamaları yanında ahlaki öykülere de yer veriyor, tarihsel olaylardan söz ediyordu. Arkadaşı Garcia Guerra'nin kitabı ``Sucesos de Fray'' dan alıntı öyküler, ve en önemlisi kıta Avrupasında din çevrelerinde ciddi tartışmalara neden olan Gaspar de Villarroel'in ``Historia sagradas y eclesiasticas Morales''  komik anlatımlı kurgu-tarihsel öykülerini özenle kendi yorumunu da altına ekleyerek basıyordu. Birşeyin çok çabuk farkına vardı Jose Martinez, ilgiyi sürekli sıcak tutmak için öyküleri bölerek yayınlamak gerekliydi. Kahramanın (çoğunlukla ahlaki olan) karar vermelerinden önce öyküyü kesiyor, bir sonraki sayıda bununla devam ediyordu. Böylece akşamları yapacak şeyi pek olmadığından canı sıkılan ada ahalisine de sohbet konusu doğuyordu. Meyhanelerde sıkı tartışmalar olmaya başlamıştı, akşam üzerleri. Tarihi kahraman sevdiği kadın uğruna karısını terk etmeli miydi? Ayrıca savaş da çıkmıştı, kahraman sevdiği kadınla zaten birlikte olabilecek miydi? Evlilik yaşam boyu verilmiş bir sözdü! Hayır--kahraman eski Yunanda yaşıyordu, onlar hıristiyan değildi ve bu onlar için geçerli olmayabilirdi... İnsanlar ilk kez yazının soğuk yönetim duyuruları dışında da kullanılabildiğinin farkına vardılar. Yazı ile öyküler anlatılıyordu, yeni öyküler, kendilerini kahramanlarının yerine koymak için can attıkları yürekte taze bir heyecanla okunan öyküler. Jose Martinez zeki bir adamdı. Yavaş yavaş öykü ve tarihsel anlatımlarla insanların heyecan, merak ve hayal kurma duygularını gıcıklıyor, bir yandan da (papaz alışkanlığı ile) her öyküde bir anafikir bulunması, bir `sentez' oluşturulması çabası gösteriyordu. Tabii ki kendi düşüncelerinin doğrultusunda bir `sentez'di bu.

Günler geçtikce öyküler kişisel olmaktan çıkıp toplumsal olmaya başladı. Artık öyküleri de kendisi yazıyordu. Bir yazdığı öyküde kendi safahatı için ağır vergi koyan bir krala karşı direnen bir köyün öyküsünü  anlatıyor, direnme (her nasılsa) diğer köylere yayılıyor sonra da köylüler ayaklanıp kralı alaşağı ediyorlar ve hatta `şeytan def etme' işlemine tabi tutuyorlar. Öykü  bekleyeceğiniz üzere İncilden alınan cümlelerle süslenmişti.

O sakin I Manuel Rodriguez adasında ufak ufak birşeyler olmaya başladı. İlk olay valinin duyurularının aşıldığı direkteki

`Pazar yerinde oluşacak belirli bir miktarın üzerindeki alışverişlerden yönetimin vergi payı alacağına dair'

duyurunun üzerine geceleyin hain ellerce manda pisliği bulaştırılması oldu. Bu adadaki ilk protesto eylemi idi. Adanın halim selim valisi ertesi gün yapılan yortu şenliğindeki konuşmasını fırsat bilip, adadaki huzurdan söz etti, herkesin kardeşçe yaşamasından, tanrısal kaderden söz etti. Adanın yeni papazı da herkesi kutsadı, bedava şarap dağıtıldı. Yenildi içildi.

İkinci olay gemilere yük yüklenmesi ile ilgili çıktı. Yönetimin onayladığı yük taşıma tarifesini az bulan taşıyıcılar yüklemeleri yapmadılar. Yapmaya hazır olan daha fakir `grev kırıcılarını' da bir güzel dövdüler. Askerler olaya el koydu, elebaşılar derdest edip götürüldü. Tutuklandığında ırtına yaralı bir arkadaşı yüklenilip götürülen eylemcilerden birinin (pek de alışık olunmadığı üzere) geride kalan arkadaşlarına, bir tarihi kahraman edasıyla

``Tanrının oğlunu kendi kendilerine çarmıha geriyorlar.''

diye seslendiği duyuldu.

Bu olayı irili ufaklı başka eylemler izledi. Yönetim --biraz geç de olsa-- birşeyler yapmak kararına vardı.  Vali Juan Goytisolo'nun yardımcısı Rey Creer valinin tersine radikal ve girişken bir karaktere sahipti. Ona kalsa `yasaklayacaktı'. Jose Martinez'in birşeyler basmasını, ada ahalisinin bunları okumasını yasaklayacaktı. Gerekçe de yüzyıllar boyu aynı kalmış olan gerekçe: Huzursuzluğa neden olmak... karışıklık çıkarmak... vs. Allahtan Juan Goytisolo bu kolay çözüm tuzağına düsmeyecek bilgelikte bir kişi idi. Basitçe `Olmaz' dedi. `Şiddet' yoluyla olmaz. `Git, yasaksız, şiddetsiz bir çözüm bul'. Rey, içinden `bunak ihtiyar!' diye söylendi. Ancak ortalıkta hep Juan Goytisimo'nun pek tekin olmadığına dair söylentiler dolaşır dururdu.  `Herhalde kraliyet ile olan kan bağından olsa gerek', diye düşündü. Ama çekinmeden de edemedi. `En iyisi istediğini yapmak!' Bütün bir gece boyunca düşündü, durdu. Hatta her zamanki gibi nişanlısının evine akşam yemeğine bile gitmedi. Bir adamını yolladı ve yorgunluğunu bahane etti, özürlerini iletti.  Aklına türlü çeşitli yollar geliyordu, örneğin para ile Jose Martinez'i satın almaya çalışmak, kağıtlarını yakmak (yok, yok  bu olmazdı... şiddet kullanmayacaktı), kağıtların hepsini satın almak, benzer bir yayın çıkarmak, kilisede eski papazı yeni papaza eleştirtmek, hatta bunu açık bir forum halinde yapmak, hergün askeri birliğin erlerini traş olmaya yollamak --ki böylece Jose Martinez'in hiç boş zamanı kalmasın. Tüm bu fikirlerini kendisi çürütüyordu. Jose Martinez bir inanç adamıydı satın alınamazdı, bunu biliyordu, kağıtlarını da satacak kadar aptal değildi, yeni papaz ahmağın tekiydi, Jose Martinez onu yerden yere vururdu --yani forum fikri intihardan beterdi. Bu düşüncelerle sabahı etti. Sabah giyindi ilk iş olarak valinin yanına çıktı. Durumu dürüstçe anlattı. Aklına gelen fikirleri kendi eleştirileri ile birlikte ortaya koydu. Bitirince uzunca bir sessizlik oldu. Vali `öyle bir şey olmalı ki insanlar kendi istekleri ile vaz geçmeliler, hatta daha iyisi değer vermemeliler artık' dedi. Bu son cümle ile vali yardımcısı Rey Creer'in beyninde bir şimşek çaktı (hep de öyle olur değil mi?).
Takip eden günlerde yönetim duyurularının asıldığı yerde düzenli bir bilgi ve dikkat yarışması düzenleneceği duyurusu asıldı. Her hafta yüklüce bir miktar, ödül olarak verilecekti. Bu miktar bir adalının yaklaşık 6 aylık gelirine eşitti ve azımsanacak gibi değildi. İlk soru 1643 yılının Ocak ayında duyuru direğine asıldı:

Bunu diğerleri izledi: Tabii beklediğiniz şey oldu. Tüm adalı zamanını aval aval oraya buraya bakınmayla, otistikler gibi düğme, merdiven basamağı, varil saymayla, her türlü lüzumsuz bilgiyi ve gözlemi edinmeyle geçirmeye başladı. Sorular tabii ki çok günceldi! Hep de yahu ... tam da ... nasılda unutmuşum, hay allah, falan dedirtiyordu. Meyhanelerde sorular, eski sorular, eski soruları bilenlerin nasıl bildikleri, bilenlerin ballandıra ballandıra anlattıkları, uç uça eklenen anılar, ve bir sürü  buna benzer boş konuşma kupa seslerine karışır oldu.   Jose Martinez mi? O inatla baskı makinesi, ve incil yorumları ile uğraşmayı sürdürdü. `Delalet içindeki kavmin öyküsü'nü yazdı. Kimse berber koltuğunda artık ona kulak bile vermediğinden, ve insanlar kibarca, dağıttığı kağıtların üzerine acaba birşey basmadan verebilir mi? diye rica ettiklerinden (not almak için daha fazla yere ihtiyaç varmış), biraz küstü. Ama savaşçı ruhundan birşey kaybetmeden o günlerin de geçeceğine ve  insanların onun anladığı biçimde `hak yoluna' ereceklerine inanmaya devam etti. 1661 yılında, gözleri görmez oldu, artık okuyamıyor, yazamıyordu.  1664 yılında öldü.
 
 1994
Londra